Enflasyon ve İşsizlikte Dünya ve Türkiye ekonomisine ait tradingeconomics.com adresinden alınan verilere göre, Türkiye hem gelişmiş ülkelere göre en yüksek enflasyon oranına sahiptir (%83,45). Dünya ülkelerinin tamamı dikkate alındığında ise Zimbabve %280,40, Lübnan %161,89, Suriye %139,46, Sudan %125,40, Venezuella %114,10’dan sonra %83,45 ile en yüksek enflasyona sahip altıncı ülkedir. Türkiye’den sonra Arjantin %83, İran se %52,20 gibi bir enflasyona sahiptir. Türkiye’nin aynı kaynaktan alınan verilere göre işsizlik oranı %9,6 ve büyüme oranı ise %2,1’dir. Bu oranların verilmesinin sebebi bir ülkedeki ekonomik performansı ölçmek için kullanılan en temel üç gösterge enflasyon, işsizlik ve büyüme oranıdır. Bu göstergelerden kısa sürede toplum yaşamını etkileyen ise işsizlik ve enflasyon oranıdır. Bu doğrultuda 1970’li yıllarda ABD başkanı Lyndon Baines Johnson’ın danışmanlığını da yapan ekonomist Arthur Okun tarafından Sefalet (Hoşnutsuzluk) endeksi geliştirilmiştir. Okunun geliştirdiği endeks şu şekildedir. Sefalet endeksi= enflasyon+işsizlik’tir.


Buna göre, Türkiye’deki Sefalet endeksi= enflasyon+işsizlik=83.45+9.6= 93.05 ile gelişmiş ülkelere göre en yüksektir. Türkiye’ye sefalet endeksi en yakın ülke Arjantin’dir. Arjantin’in sefalet endeksi değeri 89.8’dir. Bu endeks değeri yükseldikçe ülkedeki sefalet artıyor veya ekonomik gidişattan hoşnutsuzluk yükseliyor demektir. Düştükçe de ekonominin işleyişinden memnuniyetin arttığı anlamı çıkmaktadır.
Arthur Okun tarafından 1970’lerde geliştirilen bu endeks daha sonra ekonomist Robert Barro ve Steve Hanke tarafından hem büyüme hem de faiz oranları eklenerek daha kapsamlı hale getirilmiştir. Anlaşılır olması nedeniyle de çok yaygın kullanılan bir endekstir. Robert Barro ve Steve Hanke sefalet endeksini şu şekilde formülleştirmişlerdir: Sefalet Endeksi = (Enflasyon Oranı + İşsizlik Oranı + Faiz Oranı) – Büyüme Oranı.
Formüldeki faiz oranı on yıllık devlet tahvili faiz oranını temsil etmektedir. Formüle göre büyüme oranı pozitif olduğunda endeks değeri düşüyor (sefalet azalıyor). Büyüme oranı negatif olduğunda ise endeks değeri artıyor (sefalet artıyor). Ekonomi büyüdüğünde bu oranın düşülmesi gerekiyor, çünkü ekonomik büyüme sefaleti azaltıyor. Türkiye’nin Sefalet endeksi sırasıyla 2020’de; 21, 2021’de: 13, 2022’de ilk 8’da olacak gözükmektedir. Türkiye gelişmiş ülkelere göre sefalet endeksinde hep birinci sıradadır. Tüm dünya ülkeleri içerisinde ise Küba, Venezüella, Surinam, Sudan, Zimbabve gibi ülkeler ile üst sıralarda yer almaktadır.


İşsizlikteki düşüşe rağmen, Enflasyonun yüksek olması Türkiye’nin sefalet endeksini yükseltmektedir. Türkiye’de enflasyonun yüksek olması ise değişik gerekçeler ile açıklanabilir. Dünyada da savaş ve pandemi sürecinden dolayı fiyatlarda yukarı yönde artış eğiliminin olması, döviz kurundaki aşırı artışın fiyatlara yansıması, pandemi dönemindeki para basma eğilimlerinin fiyatlar üzerindeki artış baskısı, dışa bağımlılığın yüksek olması gibi birçok sebep sayılabilir.


Ekonomi bilimi ile uğraşan pek çok bilim insanının da belirttiği gibi, ülkelerin refah düzeyini artırıp toplumsal ilerleme sağlamaları kurumsal altyapıdaki düzenlemelere bağlıdır. Tüm ülkelerin tam istihdam ve fiyat istikrarını sağlama gibi etkin ekonomi politikalarına ilaveten, gelecek için üzerinde ivedilikle durmaları gereken üç konu bulunmaktadır. Bunlar: adalet sisteminin etkinleştirilmesi, eğitim sisteminin rasyonelleştirilmesi ve özgürlüklerin yaygınlaştırılmasıdır. Bunları sağlayabilen ülkeler pandemi sonrası ekonomik istikrarsızlıktan kolay kurtulup üretimlerini artıracaklardır. Diğerleri ise toplumsal refah kaybına uğrayacaklardır.

Prof.Dr Kerem Karabulut

SEFALET ENDEKSİ

TÜRKİYE’NİN DÜNYA EKONOMİSİ İÇERİSİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ

Prof.Dr Kerem Karabulut

Ülke ekonomileri Süper Lig, 1.Lig (üst grup-diğer gelişmiş ülkeler), 1.Lig (Yükselen ekonomiler-Süper Lig adayları), 2.Lig (Güney Asya, Güney Amerika, Kuzey Afrika, Orta Doğu ülkeleri) ve 3.Lig (Ortadoğu, Orta ve Güney Afrika ülkeleri) şeklinde bir sınıflandırmaya tabi tutulduğunda, Türkiye 1.Lig (yükselen ekonomiler-Süper Lig adayları) grubunda yer almaktadır. Peki Türkiye ile birlikte bu gruptaki ülkeler hangileridir? Bu grupta Brezilya, Rusya, Hindistan, Meksika, Arjantin, Malezya gibi ülkeler bulunmaktadır. Süper Ligde ise sanayi devriminden itibaren üstünlüğü yakalayan batı ülkeleri (ABD, AB ülkeleri ve Kanada) yer almaktadır.

Amaç ileri gitmek olduğu için Türkiye’nin durumunu doğal olarak Süper Lig ülkeleri ile kıyaslamak doğru olmaktadır. Bu çerçevede, Türkiye’de kişi başına Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) yıllara göre değişiklik gösterse de, batı ülkelerinin yaklaşık %20’si kadardır.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ekonominin kurumsal altyapısı kuvvetlendikçe büyüme ile birlikte tüm makroekonomik performans göstergeleri artmakta, kurumsal altyapısı zayıfladıkça performansı düşmektedir. Her kriz sonrası ekonomik büyümenin yüksek olmasının temel sebeplerinden birisi de kurumsal önlemlerin etkinleştirilmesidir.

Türkiye’nin dünya ekonomisi içerisinde konumunu belirlemek için dikkate alınması gereken göstergelerden milli gelir ve ihracat oranı ile nüfus oranı dikkat çekmektedir. Milli gelir, ihracat ve nüfus açısından çok küçük eksik fazlalar dikkate alınmadığında, Türkiye her üç gösterge açısından da dünyada yaklaşık %1’lik bir paya sahiptir. Peki dünya yatırımlarından aldığı pay ne kadardır?

Türkiye’nin dünya yatırımlarından aldığı pay ise yaklaşık %0,6’dır. Bu durum Türkiye’nin dünya yatırımlarından alması gerektiğinin altında bir pay aldığını göstermektedir. Bunu temel sebeplerine bakıldığında, kurumsal yapıdaki zayıflıklar, adalet, eğitim sistemi, siyaset ve seçim sistemi, teknolojiyi üretme ve kullanma becerisi ve bölgesel konum gibi sebepler ön plana çıkmaktadır.

Yine milli gelir büyüklüğüne göre dünya ekonomileri içerisinde Türkiye’nin sırası, 2007’de 1980’deki 25’inci sıradan 17’inci sıraya yükselmişken, üstte belirtilen sebeplerle 2021’de 21’nci sıraya gerilemiştir.

Normal şartlarda Türkiye ekonomisinin yıllık ortalama büyüme potansiyeli %5’dir. %5’in altında bir büyüme olması potansiyelin etkin kullanılmadığı anlamına gelmektedir. Asıl başarı bu %5’in üzerine ne kadar eklenebilmesidir. Oysa pek çok dönem %5’in altında bir büyüme gerçekleşmektedir.

Türkiye Avrupa Birliği (AB) ülkeleri arasındaki mesafeyi kapatabilmek için onların yaklaşık 3,5 katı daha fazla büyümek zorundadır. Yapılan hesaplamalara göre Türkiye 2000 sonrası dönemde %7 oranında büyüme devam edebilseydi kişi başına milli gelir açısından 2020 yılında AB’nin yarısı, 2038 yılında ise AB ülkelerine eşit olacaktı. %4,5 ortalama bir büyüme oranı ile 2040 yılında AB ülkelerinin elde ettiği kişi başına milli gelir rakamının yarısına eşit olacağı tahmin edilmektedir. Bu durum Türkiye’nin yapısal reformları ne kadar zaruri olarak gerçekleştirmek zorunda olduğunun kanıtıdır. Aksi takdirde 2100’de bile AB ülkelerine yakınsaması mümkün olmayacaktır.

Bu olumsuz göstergelere rağmen, umut veren göstergelerde bulunmaktadır. Örneğin, İslâm dünyasının en büyük 100 şirketinden 24’ü Türkiye’dedir. Avrupa’nın en büyük 500 şirketi arasında 12 Türk şirketi bulunmaktadır. Yine Türkiye müteahhitlik hizmetlerinde Çin ve ABD’den sonra dünyada 3’üncü sıradadır. 3 saatlik uçuş mesafesi içinde; 51 ülke, 1 milyar insan 5 trilyon dolarlık dış ticaret hacmi, 9 trilyon dolarlık Pazar potansiyeline sahiptir.

Türkiye’nin gelişim trendi gelişmiş dünya ülkeleri ile değil de kendi içinde değerlendirildiğinde çok önemli mesafeler katedildiği görülmektedir. Ancak bunun hem doğru yöntem olmayacağı hem de yeterli olmadığı bilinmelidir. Örneğin 1980’de kişi başına gelir 1500 dolar iken günümüzde 7500 dolar ile 12000 dolar arasında değişen bir gelir durumu sözkonusudur. Ortalama 10000 dolar civarında olan bu rakam uzun yıllardır yükselmemekte ve Türkiye’nin orta gelir tuzağında olduğuna işaret etmektedir. Yine 1980’de Türkiye’nin ihracatı 3 milyar dolar iken, günümüzde 200 milyar doların üzerine çıkılmıştır. Ancak ihracatın ithalatı karşılama oranında büyük bir değişiklik bulunmamaktadır. Turizm geliri 1980’de 300 milyon dolar iken, pandemi döneminin hemen öncesi olan 2019 sonu itibarıyla 34,5 milyar dolardır.

Diğer taraftan Türkiye Avrupa’nın en büyük tekstil üreticisidir. Dünyanın 2’inci büyük cam üreticidir. Yine dünyada en önemli turizm destinasyonuna sahip 6’ıncı ülkedir. Ancak bunlara şöyle bir karşı bakışla bakılabilir. Örneğin Türkiye Avrupa’nın en büyük tekstil üreticisi değil de, 3’üncü büyük bilgisayar üreticisi olsaydı. Ya da dünyanı 2’inci büyük cam üreticisi değil de, 5’nci büyük bilgisayar üreticisi olsaydı. O zaman Süper Lig adayı değil, Süper Lig ülkesi olduğunu görebilirdik. Ya da Türkiye’nin en önemli hedeflerinden olan ilk 10 ekonomi içerisinde olunabilirdi.

Tüm bu görüntüleri Türkiye’nin lehine çevirmek için “icat çıkaran”, “farklılaşan” ve “markalaşan” bir üretim yapısına ihtiyaç olduğu açıktır. Diğer bir değişle, akıl teri ile alın terini birleştirmeden mesafe alınması 21’inci yüzyıl şartlarında mümkün gözükmemektedir. Bunu başarmak için de teknolojiyi kavrama gücünün artırması gerekmektedir. Günümüz verilerine göre, bu gücün zayıf olduğu ortadadır. Örneğin, ABD 20 trilyon doların üstündeki milli gelirinin yaklaşık %3 gibi bir payını araştırma geliştirmeye ayırırken, Türkiye’de bu oran 800 milyar dolarlık milli gelirin yaklaşık % biri civarındadır.

Mevcut durumdan kurtulup toplumsal başarıya ulaşmanın yolu ise Mustafa Kemal Atatürk’ün veciz sözünün gereğinin yerine getirilmesinde yatmaktadır;

"Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden rahat yaşama yollarını itiyat haline getiren milletler; önce haysiyetlerini, sonra istikballerini daha sonra da hürriyetlerini kaybetmeye mahkumdurlar.

Not: yazının hazırlanmasında TOBB başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun 2009 yılında Erzurum’daki sunumundan yararlanılmıştır.

Osman Nuri Eroğlu

Türkiye’deki Ekonomik Sorunların Nedenleri

Türkiye’de yaşanan ekonomik sorunların temel nedeni uygulanan yanlış ekonomik politikaları ve bu politikaların Adalet sisteminin yetersiz ve güçsüz olması nedeni ile denetlenememesidir. Bir diğer neden ise ülkedeki insanların eğitim seviyesinin düşük olması nedeni ile siyasi kararlarını verirken manipülatif etmenleri kriter olarak alıp ona göre karar vermeleridir.

Şimdi gelin ülkemizde uygulanan yanlış ekonomik politikaları ele alalım.

Ülkemiz %80’in üzerinde dışa bağımlı bir ülke. Bu durum ülkemizin dövize muhtaç olduğunu gözler önüne sermekte. Ayrıca bu durum milyarlarca USD cari açığa neden olmaktadır. Ülkemizin son iki yılda İhracatın ithalatı karşılama oranı 2021 Aralık ayında %76,5 iken, 2022 Aralık ayında %70,3'e geriledi. Ocak-Aralık döneminde dış ticaret açığı %137,0 artarak 46 milyar 211 milyon dolardan, 109 milyar 539 milyon dolara yükseldi. 2001 yılından buyana uygulanan hatalı ekonomik politikalar TL’nin dolar karşısında 30 kat değer kaybetmesine yol açtı.

Bu değer kaybı ülkedeki finansal istikrarı yer ile bir etti. Ülke vatandaşlarının yaşam kalitesi, alım gücü olağanüstü derecede düştü.

Buna ek olarak geçtiğimiz pandemi dönemlerde ABD Merkez bankası FED dahil olmak üzere bütün dünya bankaları ekonomik istikrarı korumak ve ülkelerindeki oluşacak enflasyonu ve halkın refah kaybını önlemek amacı ile faiz arttırımları yaparken AKP hükümeti tarafından uygulanan faiz sebep enflasyon sonuç saçmalığı yüzünden tek hanelere kadar düşürülen politika faizi , TL'nin %100’e yakın değer kaybetmesine neden oldu.

Ama TCMB inatla halkın refah seviyesini düşürmek pahasına faizleri indirmeye devam etti. Bu durum uluslararası alanda ülkenin güven endekini yani CDS puanını 300’ün üzerine taşıdı.( CDS primi 100’ün altındaki ülkeler düşük riskli, 100 – 200 arasındaki ülkeler orta riskli, 200- 300 arasındaki ülkeler yüksek riskli, 300’ün üzerindeki ülkeler ise aşırı riskli kabul ediliyor.)

Türkiye’nin Vergiler dışında herhangi bir geliri olmadığı ve sürekli sıcak paraya ihtiyaç duyulan bir yapıya sahip olduğu için sürekli dış borçlanma yapmak durumunda kalıyor. CDS puanının yüksek olması borçlanma yaparken yüksek faizle borçlanma durumunda kalmamıza neden oluyor.

Bir diğer hatalı hükümet politikası olan KKM sistemi ise şöyle işledi:

Diyelim sizin 100 BİN USD paranız var. Hükümet siz dolarınızı TL’ye çevirin sisteme yatırın ben size hem faizinizi hem de dolar yükselirse zararınızı ödeyeyim dedi. Bu manipülasyon sonucu Dolar/TL kuru 18 TL’den 11TL’ye kadar düşürüldü. Halka dolar çöküyor havası yaşatılırken Yandaş firmalar ve tüzel kişiler bu kurdan maliyetlendirildi.

Şimdi gelelim bu KKM’nin ödemesi nasıl yapılacak. Kaynak neresi, bu değirmenin suyu nereden gelecek. Hükümet KKM ödemelerini her zaman yaptıkları gibi emisyon oranını arttırarak yani karşılıksız para basarak yaptı. KKM’nin maliyeti akılalmaz boyutlara ulaştı. Bu durum aşırı para arzı artışına neden oldu.

O Dönem TCMB’para arzını ne kadar arttırdığını aşağıdaki tabloda görebilirsiniz.

Şu an Türkiye cumhuriyetinin para arzı 13 Trilyon TL Ve bu arz durmadan artmaya devam ediyor. Hükümet iş işten geçtikten yani para arzının artışının enflasyonu devasa boyutlara çıkarmasının etkisiyle Konut, Gıda, akaryakıt vb ürünlere %200’e varan zamlar getirildikten sonra NAS Ekonomisinden vaz geçip faizleri arttırmaya başladı.

Ancak eğer enflasyon yüzde 19 ve Merkez bankası politika faizi de yüzde 19 iken faiz düşürülmeye başlanacak yerde bir, iki puan artırılsaydı Türkiye’de enflasyon bugünkü oranın üçte biri düzeyinde bir yerde olacak, gelir dağılımı bu kadar bozulmayacak, fiyat düzeyleri bu kadar artmayacaktı. Şu an amaçlanan hedef ise pozitif reel faiz oranına gelene dek faizleri yükseltmek.

Ancak burada şöyle devasa, yıkıcı bir sorun var.

Aşşağıda'ki tabloda iki farklı kuruma ait enflasyon verilerini görüyorsunuz.

TÜİK’in açıklamış olduğu enflasyon oranı %60lar civarında ancak piyasada var olan yıllık enflasyon bu rakamın çok üzerinde.

Bu durum piyasada aşırı bir dengesizliğe neden oluyor.

Asgari ücret, memur ve emeklilere yapılacak zam oranları TÜİK enflasyon verisi baz alınarak yapıldığı için aşırı bir mağduriyete ve vatandaşın alım gücünün çok ciddi düşmesine sebep olmakta.

Ayrıca bu nedenden dolayı faizlerin pozitif reel faiz ortamına gelmesi mümkün değil. gelse bile o faiz oranlarının olduğu ortamda yatırım ve iç talep durma noktasına gelir.

Yani arkadaşlar anlayacağınız hükümet izlediği hatalı ve menfaate dayalı ekonomik ve yönetim politikalarında bir çıkmaza girmiş ve önünü göremez haldedir.

üstelik bu saçma ekonomik politikalar nedeni ile ülkedeki gelecek ekonomik beklenti öngörülemez hale geliyor. Bu durum iç ve özellikle dış yatırımların gelmesine engel olmakta.

Örnek verecek olursak:

2005 yılında avrupa birliğine tam üye müzakerelerine başlandığında beklentilerin iyleşmesiyle türkiyeye 22 Milyar USD yatırım girdi.
Türkiyeye 1923 yılından 2005 yılına kadar giren toplam yabancı yatırım 15 Milyar USD

Bir ülkenin ekonomisini Adalet sistemini iyileştirip güven ortamını sağlamadan , üretim yapmadan , gelir dağılımındaki adaleti sağlamdan düzene sokamaz ve istikrarlı bir şekilde büyümesini sağlayamazsınız.

Cümlelerimi MUSTFA KEMAL ATATÜRK’ün şu sözüyle son vermek istiyorum.

Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar; önce haysiyetlerini sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.

ATATÜRK DÖNEMİ TÜRKİYE EKONOMİSİ

Prof.Dr Kerem Karabulut

Bu yazıda Atatürk Dönemi ülke ekonomisinin özetlenmesinin sebebi, Cumhuriyetin kurucusunun ekonomik kalkınma politikasının doğru bilinmesinin mevcut ve gelecek gelişmeler açısından doğru politikalar uygulayabilmek için gerekliliğidir. Çünkü bilerek veya bilmeyerek o döneme ait bilgiler yanlış algılatılabilmekte veya algılanabilmektedir. Bu nedenle, konu ana hatları ile ve örnek politika uygulamaları ile özetlenmeye çalışılmaktadır.

Atatürk Dönemi Türkiye Ekonomisi (1923-1938) hem liberal politikaların hem de devletçi politikaların uygulandığı bir dönemdir. 1923-1930 aralığında liberal politikalar (özel sektör öncelikli), 1930-1938 aralığında ise devletçi politikalar (devlet öncülüğünde kalkınma) politikaları uygulanmıştır. Bu iki politikanın hiçbirisi herhangi bir ülkenin modeli değil, ülkenin iç koşullarının gereği olarak uygulanmıştır.

Atatürk Dönemi Türkiye ekonomisi günümüze kadar hiçbir dönemde yakalanamayan bir istikrar ve başarı yakalamıştır. Bu başarının en önemli gerekçesi, uygulanan iktisat politikalarının “dogmatik” değil, “pragmatik” olmasıdır. 1923-1930 döneminde uygulanan liberal politikalara rağmen, iç ve dış sebeplerle bu politikalar başarılı olamamıştır. Bu sebeple, 1930-1938 döneminde devletçilik politikaları uygulanarak Türkiye ekonomisi önemli bir istikrarı yakalamıştır. Ancak Atatürk’ün uyguladığı ya da uygulattırdığı iktisat politikaları tamamen ülkenin iç dinamiklerine bağlı bağımsız bir ülkenin uygulaması gereken politikalar niteliğindedir. Bu doğrultuda da, öngörüldüğü üzere kamu gelir ve gider dengesi sağlanmış, TL’nin dolar ve sterlin kurunda istikrar sağlanmış ve dış ticarette ihracat lehine pozitif gelişmeler yakalanmıştır. Kurulan KİT’ler vasıtasıyla da Türkiye’nin 21. yüzyıla güçlü bir ülke olarak girmesinin iktisadi temelleri atılabilmiştir. Tüm yokluklara rağmen, dönemin bağımsız politikalarının günümüz ekonomi politikalarına örnek olacak düzeyde başarıyla uygulandığı anlaşılmaktadır. Atatürk dönemi uygulanan politikaların mahiyeti gereği iki dönem itibarıyla ve biraz uzun şekilde özetlenecektir.

A. 1923-1930 Dönemi

Balkan savaşı, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşını yaşayan Anadolu halkının kurtuluşunun iktisadi gelişmede olduğunu bilen Mustafa Kemal Atatürk daha Cumhuriyet ilan edilmeden 17 Şubat 1923’de İzmir’de toplanan iktisat kongresinde şöyle demiştir,:

“Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferlerle taçlandırılmazsa, meydana gelen zaferler kalıcı olmaz, az zamanda söner. Bu sebeple en kuvvetli, en parlak zaferlerimizin dahi temin edebileceği faydalı sonuçları temin etmek için iktisadiyatımızın, iktisadi egemenliğimizin sağlanması, kuvvetlendirilmesi zorunludur. …yeni

Türkiye’mizi layık olduğu mertebeye çıkarmak için vakit geçirmeden iktisadiyatımıza önem vermek zorundayız.”

Yine aynı kongrede geçmiş dönemde Osmanlı Devleti’nin batıya bağımlılık ilişkisini Atatürk şöyle ifade etmektedir:

“Bir devlet ki tebaasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için resim muamelesi vs. tanzimi hakkından men edilir, bir devlet ki ecnebiler üzerinde hakk-ı kazasını tatbikten mahrumdur, o devlete müstakil denemez… Osmanlı ülkesi ecnebilerin müstemlekesinden başka bir şey değildi.”

Bu koşullarda iktisadi politikaların oluşturulup uygulamaların yapılmasının amaçlandığı kongrede alınan kararlar şu şekilde özetlenebilir :

Çalışma özgürlüğü kabul edilecek,

Tekelleşmeye izin verilmeyecek,

Reji (tütün tekeli) kaldırılacak, tütün ekim ve ticareti serbest bırakılacak,

Aşar vergisi kaldırılacak,

Ekonomik gelişmeye katkısı olmak koşuluyla yabancı sermayeye karşı çıkılmayacak,

İhracat, hayvancılık, ormancılık, madencilik ve genellikle yerli üretim teşvik edilecektir. Kongrede kabul edilen maddelerin büyük çoğunluğu yürürlüğe geçirilmiştir. 1925’te Aşar vergisinin kaldırılması gibi.

Ağustos 1923’de yürürlüğe giren Lozan Antlaşması’na göre, Anadolu’dan 1 milyon, Doğu Trakya’dan 190 bin, İstanbul’dan 70 bin Rum asıllı Osmanlı vatandaşı Yunanistan’a gönderilirken, bu ülkeden 400 bin Türk asıllı Yunan vatandaşı Türkiye’ye göç etmek zorunda bırakıldılar. Gidenlerin büyük çoğunluğunu tüccar, sanayici, sanatkâr, serbest meslek sahibi olan nitelikli kişiler ve aileler oluştururken, gelenlerin hemen hemen tamamına yakını tarımsal kökenli kişi ve ailelerdi. Bu önemli nüfus mübadelelerinin genç Türkiye Cumhuriyeti ekonomisini büyüme ve sanayileşme yönünde olumsuz etkilediği şüphesizdir.

Bu koşullarda 1923-30 arasında uygulanan ekonomi politikasına “özel sektör öncülüğünde sanayileşme politikası” denilebilir. Bunun önemli bir örneği, 5 Nisan 1925' de çıkarılan 601 Sayılı Yasa ile Şeker Sanayine yatırım yapacak özel girişimcilere önemli ayrıcalıklar sağlanmış olmasıdır. Örneğin pancar üretimi yapılan arazinin 10 yıl süreyle arazi vergisinden muaf tutulması, çalışan personelden 10 yıl süreyle kazanç vergisi alınmaması gibi. Yine sanayileşme politikası açısından Osmanlı’nın son dönemlerinde çıkarılan “Teşvik-i Sanayi Kanunu Muvakkatı” 1927 yılında yeniden gözden geçirilip, genişletilerek, 15 yıl için yeniden yürürlüğe konulmuştur.

Kısacası, 1923-1929 dönemi ekonomi görünümünde şu gerekçelerle tam istenilen sonuç alınamıştır.

Türkiye üç savaşa girmiş (Birinci Dünya, Kurtuluş ve Balkan Savaşları), bu savaşlar dolayısı ile hem yoksullaşmış hem de önemli üretici gücü olan emek kaynağını kaybetmiştir.

Teknoloji, eğitim, sermaye, yetişmiş insan ve müteşebbislik gücü açısından çok yoksuldur.

Osmanlı döneminde batılı devletlere gümrükler konusunda verilen imtiyazların Lozan’da 5 yıl daha devam etmesi kararlaştırıldığı için 1929’a kadar gümrüklere tam hakimiyet sağlanamamıştır.

Finans sektörü azınlıklar veya yabancıların kontrolündedir (Osmanlı Bankası gibi).

Cumhuriyetin ilk 10 yılındaki temel uygulamalar ise şöyle özetleyebilir:

1. Cumhuriyetin ilk 10 yılında hükümet sanayi sektörüne öncelik veren bir kalkınma stratejisini benimsemesine rağmen, tarım sektörünü de ihmal etmemiş ve bu sektörü desteklemeye devam etmiştir. Çünkü sanayinin gelişmesi için gerekli sermaye, döviz ve işgücünü sağlayacak tek sektör tarım idi. Sanayi ancak tarım sektöründe yaşayan ve o zamanlar nüfusun yüzde 80’nini oluşturan çiftçilerin satınalma güçlerinin yükseltilmesiyle gelişebilirdi. Hükümetin temel hedefi, sanayileşmeyi gerçekleştirmek olmasına rağmen, tarım sektörü desteklenmeden bu hedefe ulaşmak mümkün değildi.

2. Sanayileşme, ilke olarak özel girişim eliyle serbest piyasa şartlarında gerçekleştirilecekti. Bu amaçla, Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılarak özel sektörün bu alana yatırım yapması teşvik edilmiştir. Fakat, o dönemde ülkede gerekli sermaye, girişimci ve altyapı yoktu. Bunu bilen devlet, özel girişimin yetersiz kaldığı ve karlı bulmadığı alanlarda kısıtlı imkanlarıyla yatırım yapmış ve yetersiz kamu kaynaklarının önemli bir kısmı demiryolu yapımına ve yabancıların ellerindeki demiryollarının satın alınmasında kullanılmıştır. Yerli sanayinin ülke ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalması ve izlenen teşvik politikalarına rağmen istenilen başarıya ulaşılamaması sonucunda izlenen temel politikalar, 1930’lu yılların ortalarından sonra değiştirilmiş ve “ithal ikameci” ve “korumacı” politikalara ağırlık verilmeye başlanılmıştır. 1928 yılında Tarım ve Ticaret Bakanlıklarının birleştirilmesiyle İktisat vekaleti kurulmuştur. Bu bakanlık, özellikle 1929 sonrasındaki politika değişikliklerinde ve 1930’lardaki devletçi uygulamalarda artan bir önem kazanmıştır.

3. 1923-1930 döneminde ülkedeki sermaye birikimi eksikliği yetişmiş işgücü ve müteşebbis kıtlığı ve devlet yönetimindekilerin nasıl bir ekonomi yönetimine sahip olunması gerektiği hakkındaki yetersizliklerini Falih Rıfkı Atay, Çankaya isimli eserinde şöyle anlatmaktadır:

“Bilmiyorduk, bir bilen öğreten de yoktu. Mekteplerde okudukları ya da okutturdukları 19. yüzyıl iktisat teorisi ile yeni devlete nasihat verenleri dinlesek, kollarımızı kavuşturup bir yüzyıl beklemeliydik. Başbakan demiryollarını kendimizin yapacağından söz ettiğinde her yönden devlet demiryolu yapamaz, kitapta yeri yok… sesi geliyordu.”

Bu anlatımdan da anlaşılacağı gibi Mustafa Kemal Atatürk’ün devletçilik politikalarına yönelişinin ve bunun Cumhuriyetin temel ilkelerinden birisi olarak kabul edişinin o günkü koşullarda ne kadar ileri görüşlü olduğunu da ortaya koymaktadır.

1923-1930 döneminin siyasi olarak en öne çıkan iki konusu ise Lozan ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığının tüm dünyada kabul görmesi ve Türkiye’deki azınlıkların sadece gayri Müslimlerden oluştuğudur.

1930-1938 Atatürk dönemi Türkiye ekonomisinde uygulanan kalkınma politikası, “devlet öncülüğünde kalkınma” politikasıdır. Bu politikanın uygulanmasının temel nedeni, 1923-1929 aralığında uygulanan politikaların başarısızlığıdır. Diğer bir değişle, 1923-1929 aralığında özel sektör öncülüğünde liberal politikalarla kalkınma denenmiş ancak başarılı olunamamıştır. Bunun iç ve dış
birçok sebebi vardır. İç sebep olarak; halkın ekonomik yoksulluğu (sermaye yetersizliği) ve yorgunluğu, müteşebbis yetersizliği, teknoloji yetersizliği gibi birçok sebep sayılabilir. Türkiye’de “Devletçilik Politikası”nın uygulanmasına dış sebep olarak değişik gerekçeler vardır.
1. 1930’lu yıllarda merkezi planlı bir ekonomiye sahip olan Sovyetler Birliği’nin, Dünya Ekonomik Buhranını fazla hissetmemesi ve bu krizi Batılı ülkelerden daha rahat atlatması.
2. ABD Başkanı F.D. Roosvelt’in 1933 yılında çıkardığı Tenessee Vadisi Örgütünün kurulmasına ilişkin yasa ile gelişmiş kapitalist ülkelerde ilk defa bölge planlaması uygulamasının başlatmış olması ve buna ilaveten A. Hitler’in ülkesinde dört yıllık bir planı yürürlüğe koyarak, işsizlikle mücadeleye başlaması.
3. 1929 dünya ekonomik buhranı ile birlikte tüm dünyada klasik iktisat öğretisi yerine Ketynesyen iktisat öğretisinin önerilerinin (devletin ekonomiye müdahale etmesinin kabul edilmesi) uygulamaya geçirilmesi.
1929 yılına kadar geçerli olan iktisat doktrinine (Klasik İktisat) göre, ekonomiye devlet müdahalesi gereksizdi ve ekonomide görünmez bir el çıkan dengesizlikleri gidermekteydi. Sonuçta “her arz kendi talebini yaratmaktaydı” anlayışı hakimdi. Yani ne kadar üretirseniz üretin onu talep edecekler olacaktır ve ekonomi istikrar içinde işleyecektir denilmekteydi. Oysa 1929 dünya ekonomik
bunalımı bu düşüncenin tam tersini ispatlamıştır. ABD’de ortaya çıkan üretim (arz) patlamasını talep edecek ülke ya da ülkeler olmadığı için bunalım ABD’de başlamış daha sonra tüm dünyayı sarmıştır.
O tarihlerde Stalin ne pahasına olursa olsun sanayileşmeyi hedef alan 1928-1932 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Planı yürütmeye çalışıyordu. 1937 yılına gelindiğinde ABD’den sonra dünyanın
ikinci büyük sanayi malı üreticisi oldu. Bu hızla büyüme, tarım sektörünün, dolayısıyla köylülerin yoksullaştırılmasıyla sağlanmıştı. İspanya’da 1936’dan itibaren Franco diktatörlüğü vardı. 1926 yılı Polonya’sında Mareşal Pildunski diktatörlüğünü ilan etti. Devletçilik ve beraberinde uygulanan ithal ikameci politikaların başarısı Türkiye’de “devletçilik” modelinin yürürlüğe konulmasına sebep olmuştur.
Bütün bu gelişmeler, Türkiye’de uygulanmaya çalışılan devletçilik anlayışı merkezi planlı ekonomilerdeki gibi “Doktriner” değil, aksine “Pragmatik” bir devletçilik anlayışı idi. Bu sebeple Türkiye’deki devletçilik ve planlı ekonomi uygulaması, hiçbir zaman kolektivist sisteme geçiş için bir aşama niteliği taşımamıştır.“Pragmatik” bir anlayışla Türkiye’de uygulanan devletçilik anlayışının üç önemli özelliği şunlardır.
1- Devletçilik, geçiş dönemine has bir ihtiyaçtan doğmuştur.
2- Devletçilik Politikasının kapsamı, esas olarak sanayinin kurulmasına dayandığından, bu politika kısmen uygulanabilmiştir.
3- Devletçilik, ekonominin bütün alanlarını (mali tekeller hariç) özel girişime açık tutmuştur.
Kısaca devletçilik kamunun piyasaya mal ve hizmet üretmek için işletmecilik yapmasıyla sınırlanmış, hiçbir zaman bir devlet müdahaleciliğine dönüşmemiştir. Sadece Atatürk’ün isteğine ve öngörüsüne uygun bir şekilde, “devletin ekonomik hayatla fiilen yakından alakadar kılınması” sağlanmıştır.
1930’lu yılların en önemli iktisadi uygulamalarından birisi de, gelişmekte olan ülkelerde,“devlet öncülüğünde planlı sanayileşme” uygulamasın ilk örneğini oluşturan beş yıllık sanayi planlarının yapılmasıdır. Bu amaçla, 1930-1938 döneminde iki tane beş yıllık sanayi planı
hazırlanmıştır. Bütün eksikliklere rağmen, 1934-1938 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın (BBYSP) yapımını öngördüğü 23 tesisten 4’ü dışında tamamı kurularak üretime
geçirilmiştir.
BBYSP’nin temel stratejisi; un, şeker, pamuklu kumaş gibi “üç beyaz” ile kömür, demir ve akaryakıt gibi “üç siyah” tan oluşan temel ihtiyaç maddelerinin üretimine öncelik vererek bu alanlarda ithal ikamesi sağlamaktır.
Bu planın uygulandığı 1934-1938 yılları arasında milli gelir ortalama yüzde 6 oranında büyümüş ve sanayi kesiminin milli gelir içinde 1927’de yüzde 10 olan payı, 1938’de yüzde 16’ya
çıkmıştır.
BBYSP’nin başarılı performansı 1936’da İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın (İBYSP)
hazırlanmasına sebep olmuş, ancak II. Dünya Savaşı nedeniyle bu plan uygulanamayıp yerine
5.4.1939 tarihinde “İktisadi Savunma Planı” konulmuştur. Çünkü, ülkenin savaşa girmesi olasılığına göre her türlü öncelikler yeniden düzenlenmiştir.
Devletçilik politikalarının oldukça başarılı sonuçlar verdiği ekonomik göstergelere bakılınca anlaşılmaktadır. Yakalanan başarıyı sağlayan en önemli araç, o dönemde kurulan Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) olmuştur. 1932-1939 yılları arasında devletçilik uygulamaları çerçevesinde KİT’lerin sayısı 31’den 111’e çıkmıştır. Dönemin en önemli KİT’i de 1933 yılında kurulan ve adeta “Kalkınma Bankası” görevini üstlenen Sümerbank’tır. Günümüz iktisat biliminde tanımlanan “Kalkınma Bankası” gibi kurulan ve örgütlenen Sümerbank, çağını aşan ve benzer koşullarda eşi olmayan bir banka modelidir. Zira, gelişmekte olan veya geri kalmış ülkeler 1950’li yıllarda Dünya Bankası’nın isteği ve yardımıyla “Kalkınma Bankası” kurmuşlardır. Oysa Atatürk’ün öncülüğünde Sümerbank daha 1930’larda Türkiye ekonomisine büyük hizmetler vermiştir.
Özet olarak Atatürk dönemi Türkiye ekonomisinin durumunu daha iyi anlayabilmek için dış ticaret göstergeleri, TL’nin değeri ve kamu gelir ve gider durumunu gösteren bilgilere bakmak yeterli olacaktır.
Devletçilik politikasının uygulanmaya başladığı 1930’dan itibaren 1938 yılı hariç, ithalat ile ihracat arasındaki fark hep pozitif olmuştur. Bu durum devletçilik politikasının başarıyla uygulandığını gösterir. Oysa 1930’dan önceki dönemde fark hep negatif olmuştur. Bu da Devletçilik uygulamalarına geçilmesinin ne kadar isabetli olduğunu gösterir.
1925 ile 1939 yılları arasında TL’nin dolar ve sterlin kurunda çok büyük bir dalgalanma olmamıştır.
1927 ‘e kadar gelir gider dengesi negatif iken bu tarihten sonra pozitif olmuştur. Bunda yeni kurulan Cumhuriyetin eksikliklerinin yavaş yavaş giderilmesi ve Lozan Antlaşması gereği Türkiye Cumhuriyeti’nin 1928’den sonra ancak gümrüklerine hakim olabilmesi önemli rol oynamıştır denilebilir.
Sonuç olarak, Cumhuriyetin kurulduğu 1923 ile II. Dünya Savaşı arasında çok güç şartlara rağmen önemli başarıların elde edildiği söylenebilir.
Başlıcaları sayılan olumsuz koşullara rağmen Atatürk, birbiriyle tutarlı ve ülke gerçeklerine uygun ekonomik önlemlerini yürürlüğe koymuş ve büyük bir başarı sağlamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün titizlikle uyguladığı temel iktisat politikaları dört grupta toplanabilir:
1. Türk Lirası’nın değerini koruyan anti-enflasyonist para-kredi politikası
2. Gerçek kamu kaynaklarına dayanan “denk bütçe” politikası
3. Korumacı dış ekonomik ilişkiler politikası
4. Ulusal kaynakların etkin kullanımını sağlayan “planlı kalkınma politikası”
Bu politikalar dönemin şartlarında başarıyla uygulanmış ve ülke sanayileşme yolunda önemli mesafeler kat etmiştir. Örneğin 15 yıllık bu dönemde GSMH ortalama olarak yüz de 68 oranında büyümüştür. Bunun gibi diğer alanlarda da başarı sağlanmıştır denilebilir. Örneğin dış politikada “denge politikası” ile ABD, Rusya, İran, Almanya ve diğer ülkelerle Türkiye’nin menfaatini
maksimize edecek etkin politikalar uygulanmıştır. Uygulanan etkin politikaların faydasını 100 yıl sonra Türkiye görebilmektedir. Moskova Antlaşmasında Nahcivan’ın Azerbaycan’a bağlı Özerk bir Cumhuriyet olmasının sağlanması ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi gibi.

Prof.Dr Kerem Karabulut

EĞİTİM VE KALKINMA

Günümüzde gelir düzeyi düşük olan ülkeler veya eğitim ve sağlık hizmetlerine daha az kaynak ayırabilmekte ve böylece “geri kalmışlık kısır çemberi” devamlılığını korumaktadır. Bu durum, özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından ciddi sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Hatta John Kenneth Galbraith, günümüzün gelişmiş toplumlarında da önemli sosyal dengesizlik sorunlarının olduğunu vurgulamaktadır. Azgelişmiş ve gelişmekte olan toplumların dünya kalkınma yarışında geri kalmışlıktan kurtulmaları için eğitime ve eğitim yoluyla şekillenen sosyal ve beşeri sermayeye önem vermeleri gerekmektedir. Bu doğrultuda, sosyal ve beşeri sermayeyi izah edip doğru bir eğitim modeli önerilecektir.

SOSYAL VE BEŞERİ SERMAYE
Bir toplumun sahip olduğu kurumların tümüne “sosyal sermaye” denmektedir. Toplumun sahip olduğu örf ve adetlerden-kanunlardan-kurallardan-bürokrasinin kalitesinden-rüşvetin yaygınlığından-yönetim biçiminden ve ekonominin açıklığından oluşan sosyal sermaye, iktisadi büyümeyi etkileyen önemli bir unsurdur. Bir ülkenin sahip olduğu sosyal sermaye, insanların üretmeye- icat etmeye yönelik davranışlarını etkilemek suretiyle büyüme üzerinde etkili olur. Dünya pratiği sosyal sermayesi zayıf olan ülkelerin büyüme hızlarının düşük olduğunu göstermektedir. Bu yüzden de, hükümetlerin büyümeyi hızlandırmalarının bir başka yolu, sosyal sermayeyi sürekli geliştirmektir. Bunun, eğitimli ve sağlıklı bir toplum yapısına sahip olmayla mümkün olacağı açıktır.
Sosyal sermaye, genellikle, işlerin koordinasyonunu kolaylaştırarak toplumun etkinliğini artırabilen karşılıklı itibar ve güven şeklinde karakterize olmuş bir sosyal ilişkiler ağına işaret etmektedir. Bunların hepsine kısaca, bir toplumun sahip olduğu kurumlar ve onların işleyiş biçimi demek mümkündür. Sosyal sermaye kavramının köklerinin Durkheim, Marks ve hatta Aristo’ya kadar gittiği vurgulanmaktadır.
“Klasik iktisatçılar, toprağı, işgücünü ve fiziki sermayeyi, ekonomik gelişmeye katkıda bulunan üç önemli üretim faktörü olarak belirtmişlerdir. Robert Solow 1950’li yıllarda teknolojinin (fiziki sermaye) önemini ortaya koyarken, T. W. Schultz ve Gary Becker 1960’lı yıllarda beşeri sermaye kavramının önemini vurgulamışlardır. Bu iki yazara göre bir toplumda klasik üretim faktörlerinin verimli olarak kullanılması bilgi stokuna, eğitimli ve sağlıklı işgücüne bağlıdır”
Beşeri sermaye, bireylere özgü kabiliyetlerin toplamı olarak ifade edilebilir. Beşeri sermaye, kabiliyet, beceri ve bilgi gerektirmektedir. Milyonlarca insanın beynine giren bilgiler sonucu oluşan beşeri sermaye, buradan çok prodüktif hale dönüşebilmektedir. “…Beşeri Sermaye Teorisini ortaya atanlardan Denison’un yaptığı bir araştırmada (1962), 1929-1956 döneminde ABD’de çalışanların kişi başına reel milli gelir artışlarının yüzde 42’sinin eğitim yoluyla işgücünün kalitesinde meydana gelen iyileşmeden kaynaklandığı hesaplanmıştır. Bu konudaki diğer bir çalışmada da, Latin Amerika ülkelerinin sanayi üretimlerinde 1960-1970 yıllarında görülen hızlı artışın, işgücünün kalitesinde meydana gelen önemli artışlara dayandığı belirtilmiştir. Dolayısıyla, ülkelerin sosyal ve ekonomik güçleri ile eğitim ve kültür seviyeleri arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kültür ve eğitim seviyesi ne kadar yüksek olur ise, ülkenin ekonomik gelişmesi de o kadar hızlı olmaktadır (Karluk; 1996; 13). Eğitim ve kültür birikimi de ülke nüfusunun öğrenme düzeyi ve yöntemiyle ilgili bir konudur. Öğrenme, temelde üç unsura bağlıdır; sahip olunulan zekâ, yetenek ve bu doğrultudaki dürtüler. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, ülke nüfusları arasın da zekâ ve yetenek açısından çok anlamlı farkalar yoktur. Önemli farklılaşma dürtüler ile ilgilidir. Bu da eğitime ayrılan kaynaktan, eğitime verilen önem ve eğitim teknolojilerine kadar bir bütün olarak “eğitim sosyal sermayesi” denilebilecek hususların süreçte iyi işletilmesi ve böylece uygun sonuçlar alınmasını kapsamaktadır.
İnsani gelişme endekslerinde dikkate alınan değişkenler ise çoğunlukla kalkınmanın temel sacayaklarından olan beşeri sermaye ile ilgilidir. İktisadi kalkınma ve büyümenin temel üç kaynağı vardır. Bunlar:
- Tasarruf ve yeni sermaye yatırımları,
- Beşeri sermaye yatırımları,
- Yeni teknolojilerin bulunması ve geliştirilmesi.
Ülkelerin daha hızlı ekonomik kalkınma politikalarında, bu üçlü kalkınma kaynaklarını beşli bir sınıflandırmayla da göstermek mümkündür.
- Tasarruf teşviki,
- Ar-Ge’nin desteklenmesi,
- Yüksek teknolojili endüstrileşmenin hedeflenmesi,
- Uluslar arası ticaretin teşviki,
- Doğru eğitimin desteklenmesi.
Beşeri sermaye artışına yapılacak yatırımlar, tıpkı makine parkı için yapılacak yatırımlar gibi düşünülebilmektedir. Bu tür yatırımların getirisi, artan verimlilik ve daha yüksek gelir elde etme ile ölçülmektedir. Çünkü, ortalama beşeri sermaye seviyesi düşük olan fakir ülkeler, kalitesiz imalat malları üretmeyi tercih etmekte ve bu yüzden de nispi olarak düşük bir büyüme oranına sahip olmaktadırlar. Fiziksel sermaye yatırımına ve beceri birikimine (eğitimli insan-beşeri birikim) önemli ölçüde kaynak ayırabilen ülkelerin zengin, kaynak ayıramayanların ise fakir oldukları belirtilmektedir. Günümüzde artık az gelişmişlik kısır döngüsünü kırmak isteyen her ülke için beşeri sermayeye yatırım yapmak zorunlu hale gelmiştir. Sosyal ve beşeri sermayesi güçlü olan ülkeler kalkınmış ülke olabilmekte, bu iki sermayeyi geliştirmenin veya oluşturmanın yolu ise eğitimden geçmektedir. Bu nedenle eğitim kalkınma ilişkisinin teorik temelini iyi anlamak gerekmektedir. Aşağıdaki başlıkta bu husus vurgulanmaktadır.

EĞİTİM VE KALKINMA İLİŞKİSİ
Bir çok iktisatçı, eğitimin, “üretim artırıcı” etkisinde hemfikirdir. Merkantilizmden Neoklasik düşünce akımına kadar olan bütün iktisadi ekollerde, eğitimin ekonomik kalkınma üzerinde etkisi araştırılmıştır. Yapılan araştırmaların büyük çoğunluğunun, eğitimin kalkınmayı olumlu yönde etkilediği yönünde sonuçlar elde ettiği söylenebilir.
18. y.y.’ın önemli iktisatçılarından M. Postletwayt uluslarlarası planda yapmış olduğu araştırmalarda, eğitimin iktisadi kalkınma için temel bir unsur olduğunu belirlemiştir. A. Smith, “ulusların zenginliği” adlı eserinde (1776), eğitimin geliştirilmesinin önemi üzerinde durmaktadır. R. Malthus, eğitimin önemine değinirken, onun, insan kaynağı yaratmak için değil, insanın daha iyi yaşaması için gerekliliğini belirtmiştir. Çünkü eğitim nüfus kontrolüne katkıda bulunmakta ve işgücü ordusunun sayısını azaltarak ulusal geliri yükseltmektedir. Malthus, yoksul sınıflar için yaygın bir eğitimin nüfus artışını önleyeceğini ve bunun sonucu olarak da toplumsal huzursuzlukların giderileceğini dile getirmektedir. Malthus’un söylediği düşüncelerin Türkiye için Doğu ve Güneydoğu’da uygulanması gereken anlayış olduğu söylenebilir. Çünkü, Türkiye’nin sosyo-ekonomik açıdan en geri kalmış iki bölgesi olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde “çok çocuk-az gelir” bileşimi her çocuğun çağın gerektirdiği eğitim ve sağlık imkanlarından yararlanmasını önleyen ve böylece geri kalmışlık sürecini daimi kılan hususlardan biri olabilmektedir.
D. Ricardo da Malthus’a benzer şekilde, aile sayısının sınırlandırılması ya da aile planlaması (nüfus planması) ile ilgili olarak gerekli alışkanlıkların ancak eğitim kanalı ile sağlanabileceğini vurgulamaktadır. Klasik iktisatçılar içerisinde eğitime en fazla önem veren Senior’dur. Senior’a göre, devletin eğitime etkin bir şekilde müdahele etmesi zorunludur. Çünkü eğitim, cehalet ve yoksulluk çemberini kırarak nüfus artışının kontrolünü otomatik olarak sağlamaktadır. J.S.Mill de Malthus gibi eğitimin nüfus artış hızını yavaşlatacağını ve nüfusun sermaye ve istihdama oranını yavaş yavaş azaltacağını kabul etmektedir. Mill’e göre, kamu çıkarları için herkes eğitim görmeli ve bazı üstün zekalılar için de ileri seviyede eğitim olanakları sağlanmalıdır. A. Marshall da eğitimin, ulusal bir yatırım olduğunu ve en değerli yatırımın insana yapılan yatırım olduğunu vurgulamaktadır.
Keynesyenler ise, eğitimin yarı kamusal bir mal olarak sosyal devlet anlayışının gereği devlet tarafından sunulması gerektiği üzerinde durmaktadırlar. Ayrıca bu ekolün temsilcileri, eğitimin yanında diğer sosyal hizmetlerin de devlet tarafından yapılmasını vurgulamaktadırlar. “Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, fiziki sermaye yatırımlarının bu sermayeyi kullanmasını bilen iyi yetişmiş nitelikli işgücüne sahip olan ülkelerde, yani Batı Avrupa ve Japonya’da mucizeler göstermiş olması, iktisatçıları bu konuyu ayrıntılı bir şekilde ele almaya yöneltmiştir. T.W. Schultz, E. F. Denison, S.G. Becker’in öncülük ettiği bu yeni akım, konunun bütün yönlerinin ayrıntılı olarak incelenmesini sağlamıştır. P. M. Romer, R. J. Baro, R. E. Lucas ve G. Mankiw tarafından geliştirilen içsel büyüme kuramları (endogenous growth theory) ile eğitimin iktisadi kalkınmadaki önemi daha iyi anlaşılmıştır. Günümüzde artık hiçbir iktisatçı eğitimin iktisadi kalkınmadaki rolünü göz ardı etmemektedir”.

Eğitim ile iktisadi büyüme arasındaki ilişkileri araştırmaya yönelik olarak yapılan ampirik çalışmalar, çoğunlukla eğitimin iktisadi büyümeyi pozitif yönde etkilediği doğrultusunda sonuçlar elde etmişlerdir. Ülkelerin sahip oldukları eğitilmiş insanlar (bilim adamı, mühendis, doktor, öğretmen gibi) ve onların kalifiye yardımcıları, o ülkelerin kalkınmaları için gerekli olan beşeri sermayeyi oluşturmaktadırlar. Gelişmiş ülkelerin, bilgi ve yeteneği yüksek, vasıflı emek arzındaki artışa rağmen, gelişmekte olan ülkelerden kalifiye emek talebinden vazgeçmemeleri beşeri sermayenin önemini ortaya koymaktadır.
Kalkınmayı başarabilmek için insan unsuruna ve onun eğitimine ihtiyaç vardır. “İnsana yatırım” adı verilen bu çabalar başlıca üç çeşit harcamadan oluşmaktadır. Bunlar; eğitim, sağlık ve beslenme harcamalarıdır. Eğitim ile verimliliği artan bir işçinin, ekonomik kalkınmaya katkısının sürekli olması, büyük ölçüde sağlığının yerinde olmasına bağlıdır. Bu nedenle, Bir ülkenin eğitim ve sağlık düzeyi ile ilgili göstergeler, o ülkenin kalkınmışlık derecesini ortaya koyan veriler arasında önemli bir yer tutmaktadır. Kalkınmışlığı yalnızca kişi başına düşen gelirle ölçmek ve ifade etmek yetersiz bir yaklaşımdır. Yüksekokulda okullaşma oranı, ortalama eğitim süresi, Ortalama yaşam süresi ve bebek ölüm hızı gibi eğitim ve sağlıkla ilgili temel göstergelerin de göz önüne alınması gerekir. Yani kalkınma, eğitim ve sağlık alanlarındaki sorunların çözümlenmişlik deresiyle özdeşleştirilmektedir. Bu göstergeler göz önüne alındığında, Türkiye’nin, gelişmiş ülkelerin gerisinde olduğu görülmektedir.
Klasik olarak kişi başına düşen ulusal gelir ve dağılımı, sanayileşme, işsizlik, altyapı, beslenme, eğitim ve sağlık gibi birçok ekonomik, sosyal ve kültürel göstergelere göre belirlenen kalkınma; Günümüzde “beşeri kalkınma” olarak adlandırılan yaklaşımla, ülkelerin eğitim ve sağlık göstergelerini ön plana çıkaran ve ülkelerin kalkınmışlık derecelerini daha çok bu iki sektördeki göstergelere göre belirleyen bir anlayış hakimdir. Fakir ülkelerdeki işçilerin eğitim, sağlık ve endüstriyel çalışmalarına yatırım amaçlı kaynaklar ayrılmadığı için, onlar aynı teknolojiyi kullanan zengin ülkelerdeki işçilerden çok daha verimsiz olmaktadırlar. Bu nedenle, eğitim ile birlikte iyi işleyen bir sağlık sektörü, ülke ve kalkınmasına ve bölgesel dengesizliklerin giderilmesine katkı yapacaktır.
Eğitim ve sağlık harcamalarının kalkınmaya olan katkısını, harcama sınıflandırmasından da anlamak mümkündür. Bu iki harcama, cari harcamalar içerisinde yer almalarına rağmen, kalkınmaya olan etkilerinden dolayı “kalkınma carileri”, “cari kalkınma harcamaları” veya “yatırım carileri” gibi isimlerle özellikleri vurgulanmaya çalışılmaktadır.
Türkiye’de toplam eğitim harcamalarının GSYH’ ya oranı 2000 yılında % 2,5’iken bu oran daha sonra düzenli olarak artmış 2005 yılında % 2,8, 2010 yılında % 3,5, 2012 yılında ise % 3,8’e ve 2019’da yaklaşık %4,5’e yükselmesine karşın bu oranlar OECD ortalamasının altında kalmaktadır.


TÜRKİYE İÇİN UYGUN BEŞERİ SERMAYE OLUŞTURUCAK EĞİTİM MODELİ
Altta çizilen modele uygun bir insan (beşeri sermaye) tipi oluşturulabilmesi (eğitim, devlet politikası ve diğer tüm çabalarla), ülke kalkınmasında devrim niteliğinde etki yapabilecektir. Sırasıyla dört aşamalı olarak düşünülen model insan (beşeri sermaye) tipi şu şekilde olmalıdır:

kalkınmaya katkı yapıcı örnek beşeri sermaye modeli (insan)

Aşamalar:

okuyan insan,

düşünen insan,

tartışan insan,

üreten insan,


Yaşam gayesi ve çabasının çoğunlukla böyle insanlardan oluştuğu toplumların daha hızlı ve istikrarlı kalkınmaları mümkün olabilecektir. 21. yüzyılın ekonomik ve üretim yapısı da bu tarzda bir yetişmiş insan modelinin oluşturulmasını gerektirmektedir. Bu çerçevede, 21. Yüzyıl üretim ekonomisi ile öncekinin farkını ortaya koymakta fayda vardır.
21. yüzyıl öncesindeki ekonomik yapı “satranç oyunu veya sahnesi” şeklindeydi. Yani; çok düşünme, doğru düşünme ve doğru hamle yapma bu dönemin temel kazançlı çıkma stratejisi idi. Bu dönemi 1-4. Sanayi devrimi arası olarak nitelemek mümkündür.
21. yüzyıl ekonomik yapısı ise, “bilgisayar ve bilgi oyunu” şeklindedir ve endüstri 4-5 olarak nitelendirilmektedir. Bu modelde; hız ve hıza ayak uyduracak ekonomik ve sosyal hamleler gerekmektedir. İşte bu hıza ayak uyduramayan toplumlar geride kalacaklardır.
Bir başka anlatımla, 21. Yüzyıl öncesinde var olan bir şeyi ilerletmek ve geliştirmek söz konusu iken, sonrasında olmayan bir şeyi hayal etmek ve onu icat etmek üzerine kurulu bir yapı söz konusudur.
David Landes’ten aktarılan şu ifade, insani gelişmenin önemini ortaya koymaktadır: “Sanayileşme ve ekonomik kalkınma sürecinin çekirdeği zihinseldir; belli bir teknik, yani bir işi belli bir biçimde yapma tarzı ile ilgili bilgi bütününü edinmek ve uygulamaktan ibarettir”. Bilginin kazanılması ve hayata geçirilmesinin önemi yönetim anlayışında da kendini göstermektedir. Zihinsel ilerlemeyi sağlayacak temel yol ise eğitimdir. Çünkü eğitim, bilgiyi alma ve kullanma yeteneğinin gelişiminde büyük ve kalıcı etkiler yapmaktadır.
Peter F. Drucker’e göre, İkinci Dünya Savaşı sırasında ve hemen sonrasında, yöneticinin tanımı, “astların işinden sorumlu olan kimse” biçiminde yapılırdı. Başka bir deyimle yönetici, “patron”du, yönetim de bir mevki, bir güçtü. 1950’lerin başlarına gelindiğinde bu tanım değişmiş, “yönetici, insanların performansından sorumludur”, denilmeye başlanmıştı. Bugün bu tanım da yetmemekte ve doğru tanım şöyle yapılmaktadır: “Bir yönetici, bilginin uygulanmasından ve performansından sorumludur”. Bu değişiklik, artık bilginin ve bilgiyi elde etmek için gerekli olan eğitimin önemini ortaya koymaktadır.


TÜRKİYE İLE AZERBAYCAN ARASINDA EĞİTİM ALANINDA YAPILABİLECEKLER
Azerbaycan’ın 1991 yılında bağımsızlığını kazanması ile Azerbaycan-Türkiye Eğitim İlişkileri başlamıştır. Bu ilişkilerin ilk temel başlangıcını ve yasal zeminini 3 Mayıs 1992 ‘de yapılan Türkiye Cumhuriyeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti Arasında Eğitim, Öğretim, Uzmanlık Hizmetleri, Teknik ve Bilimsel işbirliği Anlaşması’dır. Bu anlaşmanın her iki ülke parlamentosunca kabulünün ardında çok hızlı bir iş birliği süreci başlamıştır. Bakü’de kurulan Bakü-Türk Anadolu Lisesi, 2000 yılında Bakü’de açılan Bakü-Türk İlk ve Ortaokulu ve ayrıca Diyanet vb. Vakıfların açtığı liseler de mevcuttur. Tüm bu uygulamalara ve Azerbaycan ile Türkiye ortak tarih, kültür ve medeniyetlere sahip olmalarına rağmen, bu işbirliği istenilen noktaya henüz ulaşmamıştır (http://irs-az.com..). İşte Azerbaycan-Türkiye arasındaki eğitim ilişkilerini etkin hale getirebilmek için iki devlet arasında ortak bir üniversite kurulmasının yararlı olacağı anlaşılmaktadır.
Kurulacak üniversite, Kırgızistan’daki “Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi” ve Kazakistan’daki “Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi” modellerinden daha detaylı ve daha kapsamlı “Azerbaycan-Türkiye Bilim ve İşbirliği Üniversitesi” veya “İki Devlet-Bir Millet Üniversitesi” gibi bir adla bazı bölümlerin Türkiye’de olduğu, bazı bölümlerin de Azerbaycan’da olacağı bir devlet üniversitesi kurulmalıdır. Kurulacak üniversitenin öğrencileri iki yıl Azerbaycan’da iki yılda Türkiye’de eğitim alarak mezun olmalıdırlar. Bu üniversitelerin öğretim üyeleri de aynı maaş ve imkânlar ile Azerbaycan ve Türkiye’de dönüşümlü olarak çalışmalıdırlar.
Azerbaycan ile Türkiye arasında yapılacak önemli bir uygulama ise her iki ülkenin “üstün zekâlı” öğrencilerinin tespit edilip ortak bir eğitim programına tabi tutularak geleceğin teknoloji üretimi konusunda işbirliğinin sağlanmasıdır. Böylece iki ülkenin potansiyeli birleştirilerek geleceğe daha güçlü bir beşeri altyapısı sağlanmış olacaktır.
İki ülke arasında ortak tarih ve kültür birliğinin anlam ve önemini gelecek nesillere aktarmak için “eğitim koridoru” projesi oluşturularak ortaokul ve lise öğrencilerinin isteyenlerinin eğitim-öğretim hayatı boyunca bir defa da olsa Türkiye ve Azerbaycan’ı gezmelerinin sağlanması üzerinde çalışılmalıdır. Bunun için Kars-Tiflis-Bakü Tren yolu önemli bir avantaj sağlayacaktır. Bu ulaşım vasıtası ile Türkiye’ye gelen öğrenciler İstanbul’a kadar, Azerbaycan’a gelen öğrenciler de Bakü’ye kadar rehber eşliğinde yolculukları boyunca bilgilendirilerek ülkelerin sahip oldukları tarih ve medeniyet tanıtılmalıdır. Böylece her iki ülke için de geleceğe ortak bir akide ile bakan nesiller hazırlanmış olacaktır.

Son söz: İnsanoğlunun en büyük sorunu cehalet, ikincisi hastalık, üçüncüsü ise yoksulluktur. Her üç sorunu gidermenin tek yolu ise doğru eğitimdir.

TÜRKİYE’DE VERGİ SİSTEMİ VE GELİR DAĞILIMI

Osman Nuri Eroğlu

Türkiye’de başta adalet altyapısı olmak üzere iktisadi yapının tutarlı olmayışı nedeniyle, uygulanan vergi oranları adaletsiz nispetlerde belirlenmektedir.

Ülkemizde alınan vergiler dolaylı vergiler ve dolaysız vergiler olmak üzere iki kola ayrılmaktadır.

Dolaylı vergi ürün veya hizmet satın alındığı zaman, satın alım esnasında ödenmekteyken, dolaysız vergi vatandaşların elde etmiş oldukları kazançlar üstünden alınmaktadır. Ülkemizde Dolaylı vergiler gurubuna dahil olan KDV ve ÖTV vergileri oranlarının bir hayli fazla olduğu görülmektedir. KDV, ülkemizde 1984, ÖTV ise 2002 yılında uygulanmaya başlanmıştır

Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyesi diğer ekonomilerle karşılaştırıldığında, devletin KDV ve ÖTV gibi ‘dolaylı’ vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payında Türkiye ilk sırada yer almaktadır. Bunun anlamı, devletin ekonomisi içindeki varlıklı bireylerden ve şirketlerden ziyade sıradan vatandaşın üzerindeki yükü artırması ve bütçe giderlerinin yükünün adaletsiz şekilde ülkenin yoksulları ve orta gelirlerinin sırtına bindiriliyor olmasıdır.

Gelir vergisinde yani kârlar ve sermaye gelirlerinden alınan “doğrudan” vergilerde ise Türkiye sadece yüzde 5,5 gibi düşük bir oranla OECD sonuncusudur. Bu ise Türkiye’de, hükümetlerin iş dünyasını desteklerken bütçe açıklarını kapatma konusunda, sermayesi ile para kazanabilen varlıklı birey ve şirketlerden ziyade sıradan vatandaştan aldığı vergileri tercih ettiği anlamına gelmektedir. Bilindiği üzere ülkemizde gelir dağılımındaki adaletsizlikler nedeni ile GSYH’deki payın %80’lik kısmını %10’luk zengin kesim almaktadır. Ve dahası bazı yüksek hacimli şirket veya şahısların vergi borçları örtbas edilerek bütçe açığına neden olunmaktadır. Hazine bu durumu kapatmak için ya vergi artışına ya da emisyona baş vurmaktadır. Bu durum da enflasyona neden olmakta ve gelir dağılımının bozulmasına sebebiyet vermektedir.

Uluslararası alanda gelir dağılımındaki adaletsizliği Lorenz eğrisi ve Gini katsayısı ile ölçebilmekteyiz. İktisatta Lorenz eğrisi, gelir dağılımının veya zenginliğin grafiksel bir temsilidir. Lorenz eğrisi 1905 yılında Max O. Lorenz tarafından gelir dağılımının eşitsizliğini temsil etmek için geliştirilmiştir.

Gini katsayısı ise 1912 yılında İtalyan Ekonomist Corrado Gini tarafından bulunmuştur

Gini endeksi, Lorenz eğrisi ile köşegen altında kalan alanın oranıyla hesaplanırken 1’e yakınlığı adaletsizliğe, 0’a yakınlığı gelirin adil bir şekilde dağıtıldığına işarettir. Lorenz eğrisi ise y ekseninde gelirin birikimli paylarını, x ekseninde ise nüfusun birikimli paylarını yüzde olarak ihtiva eder. Gini endeksi de tüm gelirleri hesaba katarak gelir eşitsizliğini ölçmektedir. Buna göre 100'lük değer tam eşitsizliği (bir hanenin tüm gelire sahip olduğu) ve 0, tam eşitliği (tüm hanelerin aynı gelirlere sahip olduğu) gösterir. Bu bağlamada Gini katsayısı ile Gini endeksi karıştırılmamalıdır, Gini katsayısı 0 ile 1 arasında değer alır.

Gini katsayısı 1912 yılında İtalyan Ekonomist Corrado Gini tarafından bulunmuştur. Türkiye için 2023 Gini katsayısı TÜİK verilerine göre, bir önceki yıla oranla 0,018 puan artış ile 0,433 olarak tahmin edilmiştir. Gini katsayısının 2014'ten günümüze kadar yıllara göre değişimi ise şu şekildedir:

Aşağıda ise dünya genelinde gelir eşitsizliğinin ülkelere göre nasıl şekillendiğini görmekteyiz.

Bütün verileri ele aldığımızda şu sonuca varabiliriz:

Türkiye’de hükümetin uyguladığı yönetim biçimi, adalet altyapısı, maliye ve para politikası gibi etmenlerin tutarsız olması; ülkedeki vatandaşların alım gücünü düşürerek onları fakirleştirmiş ve ülkedeki belli bir kesim insan birileri tarafından göz göre göre zengin edilmiştir.

Ülkede nitelikli, bilime dayalı üretimin ve sanayileşmenin yetersiz olması nedeni ile devlet gelirlerinin büyük bir kısmı vergilere dayanmaktadır. Bu durum üreticinin üretim maliyetlerini yükseltmekte ve bunun sonucunda da halkın alım gücünü, refah düzeyini düşürmektedir.

Bunun temel sebebi ülkedeki adalet sisteminin tutarsız olmasıdır. Adalet sisteminin aksaklık gösterdiği veya saptırıldığı ortamlarda ekonomik güven de oluşmaz. Bir ülkenin ekonomisine güven duyulmazsa oraya dış yatırım gelmez. Özellikle Türkiye’de dış yatırım büyük önem arz etmektedir.

Türkiye daha önce de bahsettiğimiz gibi yüksek oranda dışa bağımlı bir ülkedir. Bu sebeple ülkede ihracat gelirleri ve yatırımlar olmadığı için yüksek ithalata yani döviz talebine o da kurun yükselmesine neden olmaktadır. Pek fark edilmese de kurun yükselmesi, halkın alım gücünün düşmesine ve gelir dağılımının bozulmasına zemin oluşturan en önemli unsurlardandır.

Peki, bu adaletsizliklerin önüne nasıl geçebiliriz?

Öncelikle anayasal çerçevede düzenlemeler ile vergi adaleti sağlanmalıdır.

Vergi kaçakçılığının ve usulsüz vergi aflarının önüne geçecek, caydırıcı kanunlar çıkarılmalı ve uygulamalar getirilmelidir.

Vergi yükü vatandaşın üzerinden alınmalıdır.

Bir ülkede adalet sistemi adil olursa o ülkede gelir dağılımı düzelir, güven ortamı oluşur ve buna bağlı olarak ülkeye dış yatırım gelir. Yatırımlar sonucu ülke ekonomik olarak kalkınır, üretim ve sanayileşme başlar. Bu ortamda zaten verginin çoğunun halktan alınmasına gerek kalmaz, ülke kendi sermayesini yaratacak duruma gelir.

Şüphe yok ki ekonomik kalkınmanın temeli zihinsel kalkınmaya dayanmaktadır. Eğer biz bilinçli, erdemli, ahlaklı bir toplum yapısını oluşturabilirsek o zaman gerçek anlamda kalkınmayı başarmış olacağız. Aksi taktirde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Çalışmadan, yorulmadan ve üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar.” ifadeleri gerçekleşecektir!